Tarihte öyle şahsiyetler vardır ki yaşayışlarıyla ve yaşadıklarıyla önemli izler bırakmıştır. İşte şimdi onlardan biri olan, hayatını nice zorluklar ile geçirmiş, bir gayeye adamış ve insanlığa büyük miraslar bırakmış bir zatı anlatmaya çalışacağız.
Tarihler 15 Şevval 1241 (30 Mayıs 1826)’i gösterdiğinde, o zamanlar Cihanın en büyük devletlerinden olan Osmanlı İmparatorluğunun sarayında, Sultan II. Mahmud’un kızı olarak dünyaya gelir Adile Sultan. Doğduğu yıllar babası II. Mahmud’un halkı arkasına alarak Yeniçeri Ocağını kaldırıp Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu vücuda getirdiği zamanlardı. Baba Sultan Mahmud, iki sevinci bir arada yaşıyordu. Lakin bu sevinci fazla sürmeyecekti. Yeni kucağına aldığı bebeğinin annesi Zernigar Hatun, bebeğinin adına Adile koyulduğunu gördükten kısa bir vakit sonra hastalanarak vefat edecekti. Adile Sultan henüz bebek iken öksüz kalmıştı. Sultan Mahmud, zevcesinin vefatından sonra müteessir bir şekilde öksüz kalan kızını bir diğer eşi Nevfidan Hatun’a emanet etti. Adile Sultan, dünyanın geçiciliğini iliklerine kadar ilk kez annesinin olmayışıyla hissedecekti fakat bu bir kez olmayacaktı. Hayatına annesi gibi gördüğü Nevfidan Hatun’un denetiminde din, edebiyat, müzik ve hat dersleri alarak devam eden Adile Sultan, 13 yaşına geldiğinde pürsevda olduğu babası II. Mahmud’u kaybetti. Narin kalbi, çocuk yaşta dünyadaki iki büyük destekçisini kaybetmenin ızdırabını yaşıyordu. Lakin bu ızdırap ruhunda öyle bir inkılap meydana getirecektir ki vefatına kadar düşenin dostu, yolda kalanın yardımcısı olmayı fıtratı haline getirecekti.
19 yaşına geldiğinde yakışıklılığı ile nam salmış Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Paşa ile evlenir. Babasının ardından tahta geçen abisi Sultan Abdulmecid, kız kardeşi için dillere destan bir düğün tertip eder. Göklerde uçan balonların bile havalandığı muhteşem bir düğün. Topkapı Sarayında Hırka-ı Saadet dairesinde nikahları kıyılan bu çift, birbirlerini çok sevecektir. Bu muhabbetleri şiirler meydana getirecektir. İleri de Sadrazamlıkta yapacak olan Mehmed Ali Paşa ile Adile Sultanın bu aşk ve sevgi yuvasının üç sevimli meyvesi olur: Sıdıka, Aliye ve İsmail. Ancak bu fani dünyada her güzelliğin ardında nice imtihanlar saklıdır. Çiftin bu üç yavrusu arka arkaya vefat eder. Dünyanın en büyük acılarından biri olan evlat acısını da tadan Adile Sultan, bu üç küçük yavrusunu Eyüp Sultandaki Türbesine hüzün içinde elleriyle toprağa verdi. Daha büyük ne acı olabilir diye düşünür ve başlar içindekileri kağıda dökmeye. Hicran dolu mısraları bir süre sonra divan halini alacaktır. Ancak divan olabilmesi için daha da tekemmül etmesi gerektir. Lakin fazla sürmeyecektir. Hayatını paylaştığı ve çok sevdiği eşi Mehmed Ali Paşa hastalanarak bu fani aleme veda eder. Daha önce üç küçük yavrusunun tabutunun bulunduğu sarı taştan türbeye bu sefer yiğit bir adam olan Mehmet Ali Paşa’nın tabutu gelir. Çocuklarının acısının üstüne bir de eşinin acısı eklenmiştir yüreğine. Daha önce şiirler yazan kalemi bu sefer eşi için yazacaktı. Acısının kalbine gömen Adile Sultan’ın kaleminden şu beyitler döküldü:
Devlet ü dîne sadâkatle ederdi hizmet
Emr-i peygamberi icrâya kılardı gayret
Bir özü sözü doğru muhibb-i devlet
Öyle bir yâr için Âdile ağlar elbet
Bir Muhammed Ali Paşa idi ol dünyada
Vechini göstere Allah ona ukbâda
Kocasından yadigar bir Hayriye’si kalmıştı artık. Bu nazenin genç kız Adile Sultan’ın biricik evladı olup aynı zamanda kendisine yoldaşlık yapmaktaydı. Ancak Adile Sultan’ın kaderine yazılmıştır yalnız kalmak. Yeni evlendirdiği Hayriye’sini vereme yakalanmasıyla kaybedecekti. Hayatının baharında olan bu ter ü taze kızın vefatı Adile Sultan’ı kasavetli bir hale sokmuştur. Hayatındaki son dostunu da kaybetmesi ona şu beyitleri yazdıracaktı:
Gerçi dünyâya gelen malûmdur elbet göçer
Âh kıldı ol civân ü ol melek Adn’e sefer
Sabrını lutf et ilâhî çün budur hükm-i kader
Gitdi Hayriyye’m kerimem derdi geçdi câna âh
Adile Sultan bunca gam ve keder arasında bir karar verecektir. O gülmekle değil ağlayanların derdiyle uğraşmalı, mutlu olmaya değil, mutlu etmeye çalışacaktı.
Adile Sultan artık Eyüp Sultan’a daha sık gidiyordu. Eşi ve dört çocuğunun bulunduğu türbeye gidiyor, onları bırakamıyordu. Senelerce Osmanlı Padişahlarının tahta geçeceği ilk Cuma günü, Peygamber Efendimiz(SAV)’in kılıcının arkasında heyecanla yürüdüğü Cülus yolu ve Eyyûb el-Ensarî Hz. Türbesi artık Adile Sultan’ın uğrak yeri olmuştu. O ramazan, aldığı karar ile itikafa Eyüp Sultanda girecekti. Artık gündüzleri olduğu gibi geceleri de orada olacaktı. İtikaf odasına kapandı ve Ramazanın son on gününü o mübarek mekanda geçirdi. Ardından ikinci Ramazan, üçüncü Ramazan, Dördüncü Ramazan derken tam otuz yıl bıkmadan, usanmadan Peygamber Efendimiz(SAV)’in bu sünnetini hiç bırakmayacaktı. Yıllar yılı kovaladı ve Adile Sultan artık çok yaşlıydı. Öyle bir dönemdeydi ki babası dahil beş Osmanlı Padişahı görmüştü. Devir II. Abdulhamid devri ve Adile Sultan sarayın en büyüğüydü. Padişah dahil bütün saray ona hürmet gösteriyordu. Özellikle II. Abdulhamid halası olan Adile Sultan’a olan sevgisini gelin o anların canlı şahidi Abdulhamid Han’ın kızı Ayşe Sultandan dinleyelim:
“Ölümünden sonra saraya gelen cariyeleri ve ağaları, efendilerinin hikayelerini, iyiliğini bize anlatırken gözyaşlarını zapt edemezlerdi. Babamla (Sultan Abdülhamid’le) görüşmek istediği zaman haber gönderir, sarayda hususî hazırlıklar yapılır, bu suretle saraya gelirdi. Babam hürmet ve tazimle halasının elini öper, büyük kanepeye halasını oturtup kendisi de karşısına otururdu. Hazinedarlar, askılar içinde kahvesini getirirler, babam eliyle tepsiden alıp halasına verirdi. Bizler içeriye girip elini öper, yerden bir temenna ederek padişaha yaptığımız resmî tazimi ifa eder, çıkardık. Babama, ‘oğlum’ hitabında bulunur, babam da kendisine; “Emredersiniz halacığım” cevabını verirdi. Konuşma bir-iki saat kadar devam eder, yine geldiği gibi arabasına biner, babam da kapıya kadar kendisini teşyi ederdi. Yüzünün eskiden pek güzel olduğu belliydi. Narin, orta boylu, kumral, mavi-elâ gözlü, nurânî, asaletini gösteren hâl, hareket ve terbiyeye mâlik bir sultandı.”
O bir hayırlar sultanıydı. İstanbul’u gezerken her an bir Adile Sultan eseriyle karşılaşabilirsiniz. Bazen bir çeşmeyle, bazen imaretle ya da bir mekteple… Fakir fukara dostudur. İnşa ettiğinden çok hayır eseri tamir ettirmiş, eski eserlere hayat vermiştir. Binlerce kızın çeyizini hazırlamış ve düğünlerini yapmıştır. Hayatı boyunca tam 14 vakıf kurmuş ve kendi konağını bir kız mektebine çevirmiştir. Zamanın binlerce kızına, garibine umut olan Adile Sultan yine Ramazan’ın gelişiyle senelerce yaptığı gibi Eyüp Sultan’a itikafa girecekti. Bu onun otuzuncu yılıydı. O gün Çocuklarının ve eşinin bulunduğu türbeye gidip duasını etti ardından da yaşlı haliyle yavaş yavaş yürüyerek Eyüp Sultan türbesindeki itikaf odasına girdi. Kuran-ı Kerimini aldı ve ibadete başladı. Az uyuyor, az yemek yiyor ve hiç konuşmuyordu. Bazen saatlerce gözyaşları içinde dua ediyordu. Günlerce bu şekilde devam etti ve vakit arefe gününe geldi. Ertesi gün bayramdı. İtikafını tamamladı ve dualarla evinin yolunu tuttu. İtikafını tamamlamanın verdiği huzur ile evindeki odasına geçti. Sabah bayramdı ama acaba Adile Sultan için gerçek bayram ne zamandı? Yıllardır eşi ve çocukları olmadan geçirdiği bayramlara bir yenisi eklenecekti. Ama o, küçücük bedenleriyle Eyüp’e emanet ettiği o ciğerparelerini bağrına basacağı asıl bayramı hayal ederek günlerdir uykusuz ve ibadet için açık tutmaya çalıştığı yorgun göz kapaklarını ağır ağır kapadı. Sabah olmuştu. Güneş odasının camından vurduğunda Adile Sultan’ı uyandıramayacaktı. 30 yıldır yalnız geçireceği bayram sabahlarına kaldıran güneş, bu sefer kaldıramayacaktı. Çünkü Adile Sultan’ın bu dünya sürgünü bitmiş, dayanılması zor, çileli ömrü sona ermişti. Adile Sultan’ın nedimeleri saatlerdir odasından çıkmadığı için meraklanmış, odaya doğru yönelmişlerdi. Kapıyı açtıklarında Adile Sultan, seccadesinin üzerinde iki büklüm durmaktaydı. Kulağına fısıldadılar fakat ses vermiyordu. Koluna girildiğinde kucağına yığılan Adile Sultan’ın saatler önce can verdiğini anladılar.
Bayramlar mutluluk günleridir. İnsanlar sevdikleriyle buluşur, bir araya gelirdi. Fakat Adile Sultan bunu yaşayamamıştı. O, kalabalıklar içinde yalnız kadındı. Tam otuz Ramazan Bayramını yalnız geçirmişti. Belki de bu son sabahında siyah takım elbisesi, kırmızı fesiyle Mehmed Ali Paşa; Güzeller güzeli Hayriye’si ve üç küçük yavrusu onu ziyarete gelmişti.
Yarım asırdır kapısına gitmekte olduğu Eyüp’teki sarı taşlı türbe, bu kez son sakinini beklemekteydi. Bayramın birinci gününde hüzünlü bir kalabalık toplanmıştı. Cenaze töreninin ardından Adile Sultan’ın naaşı, eşinin ve çocuklarının bulunduğu türbeye getirildi. İnsanların güldüğü demlerde hep ağlayan bu çileli kadın, bu sefer yakınlarının ağladığı cenazede, belki de o tebessüm ediyordu.
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili, Uzatma dünya sürgünümü benim
Hikayemizin sonuna geldik. Bu yaşanılan hayat bizlere nice dersleri çıkartacaktır. Okuyan herkes nasibinde ne kadar varsa o kadar istifade edecektir. Bende bu hikaye üzerine şunları belirtmek zorundayım. Yıllar sonra birileri gelip insanları köklerinden uzaklaştırmak adına Osmanlı’yı yerden yere vuracak ve bu esnada en büyük hakareti Osmanlı kadınına yapacaklardır. “Cahil, kafes arkasında, süslenmek ve birbirlerine kendisini hazırlamaktan başka bir şey bilmeyen” deme haysiyetsizliğini gösterecek, birtakım dizilerle bu kadınları birbirini öldürmek için planlar hazırlayan caniler gibi göstermeye çalışacaklardır. Lakin bu kötüleme faaliyetlerine en güzel cevap, anlattığımız gibi kısa bir süre önce yaşayan, divanı mevcut olan bir padişah kızının yaşantısı ve ortaya koydukları ile olacaktır. Yalanlarını ortaya dökecek, utanmayı unutmamışlarsa utanmalarını sağlayacaktır.
SABREDENLERİ MÜJDELE
Yazar : Emir Sivri