Bugün Kocatepe Ailesi için büyük gündü. Biricik kızları, evin en küçüğü, en kıymetlileri birazdan bir canlı yayında Yılın Kadın Girişimcisi ödülünü alacaktı. Annesi Lamia Hanım, babası Demir Bey ve ağabeyleri Seyit, Hasan ve Tufan televizyonun başında oturmuş Sırma’nın çıkacağı anı bekliyorlardı. Ve sonunda sunucu elindeki gösteri ilerleyiş kağıdına bakarak konuşmaya başladı.
“Evet saygı değer konuklar ve değerli izleyiciler şimdi de sırada Yılın En İyi Televizyon Yapımcısı ödülünü açıklamaya geldi. Aslında bu ismi hepimiz çok yakından tanıyoruz. O, yeri geldiğinde evin küçük kızı, babasının prensesi, annesinin biriciği; yeri geldiğinde sıkı sıkı çalışan bir patron, çalışan hatta çoğu zaman da bir çırak. Evet… O, Sırma Kocatepe! Ama önce dünden bugüne ne yaşamış bir izleyelim isterseniz.” Diyerek sahneden çekildi ve arka ekranda Sırma’nın küçüklük fotoğrafı geldi.
“Ah Sırma ah! Ne ara büyüdün sen?”
Bu izlediğiniz belgesel bir kız çocuğunun insan yerine konulmamasının hikayesidir…”
Ekranda beliren yazı ile ev halkı o güne gitti, 30 yıl öncesine. Kalıpları yıkarak nasıl bugünlere geldiklerini şimdi de ekrandan izleyeceklerdi. Kızları için nasıl mücadele verdiklerini, nelere katlandıklarını ve sonra da mükafatını göreceklerdi.
30 Yıl Önce – Çukurova
Sert kışın ardından yeni yeni canlanmaya başlayan toprak, allı morlu çiçekler açarken tomurcuk bakışlarıyla tanışalı dakikalar olmuştu. Üç erkek evlattan sonra bereketiyle gelmişti. “Bu yıl bereketli olacak.” Demişti Demir. Hakikatten de öyle olmuştu. Şehre, ilk mahsulü Demir ve Lamia taşımıştı. Herkese inat kendilerine inat ev, arsa, arazi, bağ, bahçe, alarak tek başlarına ayakta durabilmeyi kanıtlamışlardı. On iki yılın sonunda aldıkları toprakları birleştirip büyük bir işe girmişlerdi.
Demir elinin toprağıyla karısının doğumuna koştu. Bir çift yosun göze baktı. Hiç konuşmadan, kucağına aldı kızını. Kulağına ezanını okuyup adını fısıldadı. “Senin adın Sırma, senin adın Sırma, senin adın Sırma.”
Lamia kafasını kaldırdı ama kocasının yüzüne bakamadı. Orası Çukurova’ydı. Kız çocuğuna sevgi ile bakılmazdı. İnsan yurduna girmezdi kızlar. Ama bir yanı mutluydu. Demir hep bir kızı olsun istemişti bugüne kadar. Üç erkek evlattan sonra gözleri daha bir ışıl ışıldı. İçini dökmek istediğinden midir bilinmez; Lamia birden ağlamaya başladı. Küçük kızı uyanır diye sesini de çıkartamıyor, içine içine bağırıyordu. Demir Sırma’yı yatağına koyup karısının yanına oturdu.
“Lamia…”
“Demir. Burası Çukurova…”
Demir karısını kollarının arasına alıp uzun uzun saçlarından öptü. Onu göğsünde sakinleştirip yüzünü avuçlarının arasına aldı, sırılsıklam olmuştu Lamia’nın yanakları ağlamaktan. Demir önce karısının bakmaya doyamadığı gözlerindeki yaşları sildi. Sonra da sakin sakin konuşmaya başladı.
“Ne olmuş burası Çukurova’ysa? Bilmez misin nicedir kız çocuk hayali kurardım.”
Lamia bakışlarını kaçırdı kocasından. “Ben çok mesudum seni mutlu ettiğim için ama ya söz eden olursa?”
Demir kaşlarını çatıp sesini hafifçe yükseltti. “Kime neymiş benim çocuğumdan? Ben oğullarıma nasıl davrandıysam bil ki iki mislini kızıma davranacağım. Hem biz bir olduktan sonra kızıma, kızımıza kim ne laf diyebilir ki?”
Lamia yaşlı gözlerle bir kere daha güldü. Çok şükür dedi içinden binlerce kez. Çok şükür…
İnsanoğlu büyümek için geliyordu dünyaya. Her insan gibi Sırma’da büyüyordu hızla. Ama ailesine mi zaman hızlı geçiyordu yoksa dünyanın dönüşü mü hızlanmıştı anlamıyorlardı. Daha dün kundaktaki kızları şimdi orta son sınıfta talebeydi. Sırma ağabeyleri Seyit, Hasan ve Tufan ile beraber her gün arazileri geziyorlar, bazen arkadaş bazen de kardeş gibi oynuyorlardı. Oynuyorlardı çünkü kimse çocuğunu Sırma ile oynatmıyordu. Üç erkek evlattan sonra kız çocuğunun lanet getirdiklerine inanıyorlardı.
Çukurova’da kadınlar hamile kaldıkları zaman kız olmasın diye dua ederlerdi, kız uğursuzdu. Uğursuzluktu. Üstelik sadece komşulardan ya da çevredeki insanlardan değil; Sırma’ya dedesi Asım Efendi bile ağza alınmayacak hakaretlerde bulunuyordu. Her fırsatta dövmeye çalışıyor hatta çoğu zamanda Sırma’nın canından çok sevdiği saçlarını kesiyordu. Sırma ne zaman okul yoluna düşse evde harp çıkıyordu. Demir’e olmayacak laflar söyleyip altından kalkamayacağı beddualar ediyordu. Hem kız olduğu için hem de kız başıyla okula gittiği için. Yani kısacası Sırma’nın aldığı nefes Asım Efendi’nin boğazında kalıyordu.
Ortaokulu derece ile bitiren Sırma girdiği sınavda derece yaparak ailesini bir kere daha gururlandırmıştı. Ama Asım Efendi’nin kalbi yine yumuşamamıştı. Büyük torunu Seyit’in doktorluk mektebine kayıt olduğunu öğrendiğinde üç büyükbaş hayvanı adak niyetine keserken Sırma’nın dereceler yapıp adını duyurmasına kızmıştı. Ama içi rahattı şu an. “Sonunda bitti.” Deyip çorbasını kaşıklamaya devam etmişti.
“Hayırdır herif, ne bitti de hele?”
Asım Efendi belki de hayatında ilk kez karısına gülerek baktı. “Yok bir şey be hanım! Öyle içimden geldi, haydi sen bana bir tas da pahla koy.”
Çok değil bir sonraki akşam yemeğini yemiş sofra kalkmıştı ki Battal’ın Enver’le oğlu Osman kapıyı tıklattı. Hasan, kardeşini kolundan tutup odasına savururcasına fırlattı. Sevmezdi Battal’ın Enver’i de oğlu Osman’ı da. Babalı oğullu köyün kızlarındaydı gözleri. Hep etrafı izler ama kendilerine hiç bakmazlardı. Lamia bu sebepten ne çeşmeye su doldurmaya giderdi ne de kızını gönderirdi. Korkarlardı namuslarına halel gelmesinden, haklıyken haksız duruma düşmekten. Ama en çokta kızları Sırma’nın üzülmesinden korkarlardı. Zaten küçük yaştan beri gördüğü sözlü eziyet ona yetmişti. Daha fazlası zarardı ona.
Battal’ın Enver bir Demir’e bir Asım Efendi’ye bakıyordu.
“Sırma kızımız da bizi bek gururlandırdı. Valla kendi çocuğum başarılı olmuş gibi sevindim.”
Asım Efendi mırın kırınla Enver’ cevap verirken Demir ve üç oğlu bir olmuş Osman’ı süzüyorlardı. Osman’ın gözü hep mutfak kapısındaydı. Babasının her söylediğine otomatiğe bağlanmış araba gibi kafa sallıyor arada sohbete dahil olmak maksadıyla bir iki kelam konuşuyordu.
“Eee Demir, kızın mektebi de bitirdi.” Demir tam konuşacakken oğlu Hasan araya girdi.
“Yok Enver Ağa! Daha bizim gibi yüksek tahsil yapmaya şehre gidecek bacım.”
Asım Efendi Hasan’nın konuşmasından sonra oturuşunu dikleştirdi. Kaşını gözünü oynattı sus der gibi. Ama Hasan’nın susmaya niyeti yoktu. Sırma’nın lafı geçince Osman’nın mutfak kapısında olan gözü Hasan’nın gözlerini buldu.
“Yüksek tahsil yapacakta ne olacak? Kız kısmının bir başına şehirde ne işi vardır, başına bir iş gelmez mi Demir Emmi?”
Demir yarım ağız gülüp bakışlarını oğullarına çevirdi. Şimdi anlamışlardı akşamın bir vakti eve niye geldikleri. Dertleri Sırma’yı istemekti. Ama bu sefer de araya Seyit girdi.
“Kız kısmı oğlan kısmı olur Osman? Biz nasıl her sene gidiyorsak o da gidecek. Biz nasıl önümüze bakıp başımıza iş getirmiyorsak o da getirmez. Hem bacım bizden de akıllı zeki. Tahsili yapar bir de kendi gibi birini bulur yuvasını kurar. Eee sonuçta herkes dengiyle ama değil mi Tufan?”
Asım Efendi renkten renge giriyor iki yakası birbirinden eğri olan Enver bir Asım Efendi’ye bir de konuşan üç oğlandan birine bakıyordu. Tufan kardeşleri arasında en gözü yaman olandı. Bir lafıyla karşısındakini mutlu etmesini bilirdi ama eğer konuşacaksa da fena konuşurdu.
“Doğru dersin gardaşım. Sırma’nın marabalarla, çiftçiyle, çöpçüyle ne işi olur. Biz zaten onu toprağa samana hiç sokmadık. El bebek gül bebek büyüttük. Sonuçta herkese nasip olmuyor aklı başında kız evlat, kız gardaş. Kıymetini bildik. O sebeple de kıymetini bilene veririz.”
Enver’in susması bu lafı duyana kadardı.
“Asım Ağa ne der bu deli uşaklar, dengine mengine?”
Asım Efendi sanki dili tutulmuşçasına kem küm etti. Sanki ciğerlerinde sorun varmış gibi nefesler alıp verdi. Her zaman oturduğu sedirin yanındaki sehpadaki suyunu alıp içtikten sonra tam konuşacaktı ki Osman araya girdi.
“Hani gönlü vardı Sırma’nın? Hani Osman Osman diye sayıklardı? Nerde benim isteme kahvem? Gözüm mutfak kapısını sökecek amma sizin kızın ayak sesi gelmedi hala.”
Tufan eliyle ensesini kaşıyıp ağabeyi Seyit’e baktı. ‘Sen konuş gardaşım, ben açarsam ağzımı kapanmaz.’ Der gibi. Seyit’te en az Tufan kadar sinirliydi ama sakin kalmalıydı. Demir ise hiçbir şey demiyor sadece oğullarından vermeleri için bir cevap bekliyordu. Seyit hafifçe öksürüp Osman’a bakarak konuşmaya başladı.
“Osman, dedem herhalde yanlış anlayıp size de yanlış anlatmış. Bizim kızın Osman diye sayıkladığı falan yok.”
“Ee, gelsin bir bakalım. Gavelerimizi ikram etsin. Şöyle kenara çöküp bir baksın bana ben anlarım.”
Tufan daha fazla dayanamayıp ayağa kalktı ve Osman’ı tuttuğu gibi sürüklemeye başladı. Enver’le Asım Efendi bağırarak arkalarından çıkarken Demir oldukça sakin bir şekilde ayağa kalkıp kapının eşiğinden oğlunu izlemeye başladı. Tufan Osman’ı pataklarken Seyit’le Hasan sözde ayırmaya çalışıyordu ikisini. Ama arada onlarda iki tane patlatıyordu Osman’a. Uzun uğraşlar sonunda Tufan Osman’ı bırakmış Enver oğlunu sürükleye sürükleye götürmüştü evine.
Tüm bunlar yaşanırken Sırma ile Lamia değil evden dışarı çıkıp olup biteni dinlemeye bile yeltenmemişlerdi. Sırma kulaklarını sıkı sıkı kapatıp içinden bildiği her duayı okudu defalarca. Asım Efendi Enver’le Osman gidene kadar yorgun argın durmuş, sesini çıkaramamıştı. Ama onlar evin köşesini döner dönmez Tufan’a okkalı bir tokat yapıştırdı. Bunu Demir bile beklemiyordu ve hızla Tufan’ın yanına çöktüler. Asım Efendi’nin huyu buydu, önce döver sonra iyice söverdi ama bu sefer ağzını açmadan eve yöneldi. Hızla Sırma’nın odasına dalıp kapıyı kilitledi. Sırma odasındaki cam önü sedirine oturmuş şaşkın şaşkın dedesine bakarken Asım Efendi onu birden dövmeye başladı. Sırma’nın çığlıkları arşa yükselirken ne babası ne de ağabeyleri kapıyı açamıyorlardı. Belki de saatlerce dövmüştü Asım Efendi onu. Ama canını yediği tekmeler, tokatlar değil de annesiyle babasının bağırışları yakmıştı. Bugüne kadar kimseye ‘aman dilenmeyen’ Demir’le Lamia o gece sabaha kadar Asım Efendi’ye yalvarmıştı.
Kader midir bilinmez; sabaha karşı Asım Efendi Sırma’ya vurmaktan kana bulanan elleriyle bir kez daha vuracakken birden donup kaldı olduğu yerde. Kaskatı kesildi ve aniden çöktü kaldı. Tekme tokat sesleri kesilince odanın dışında bas bas bağıran annesiyle babasının sesi de durmuştu. Sırma olduğu yerde doğrulup şişik gözleriyle etrafına bakındı. Sağına döndü, sonra biraz daha sağına ve işte, oradaydı dedesi. Gözleri açık bir şekilde hareket etmeden duruyordu yerde. Ayağa kalkacak dermanı olmadığı için yerde sürünerek kapıya doğru gitti, odanın demir kapısının örme kilidini açıp geri çekildi. Kapı birden hızla açılınca annesi de babası da olduğu yerde kalakaldı. Kızları kan revan içinde, yorgun gözlerle onlara bakarken Asım Efendi; gözleri açık bir şekilde ruhunu teslim etmişti.
O gün belki de hayatlarının en hızlı geçen günleriydi. Asım Efendi geçirdiği kalp krizi sonucu toprağa verilirken Sırma aylarca tedavi görmüştü. Vücudundaki çoğu kemik kırılmıştı ve psikoljisi de hiç normal değildi. Altı ayın sonunda taburcu olup hayalini kurduğu üniversiteye başladı. Mezun olup da iş hayatına atılınca hayat dedesinin öldüğü günden çok daha hızlı geçmeye başladı. Aldığı işler ve yaptığı projeler ailecek açtıkları banka hesabındaki sayıyı her geçen gün misliyle çoğalttı. Ağabeyi Seyit, Yazılım Kodlama Mühendisi’ydi ve Sırma ile birlikte hayatlarının en büyük işine girdiler. Bir televizyon kanalı açtılar. Kamera arkası tüm işler Seyit’te iken Sırma da yapılması gereken her türlü programın ve reklamların işleyişini hazırlamıştı. Ve sonunda istedikleri olmuştu. Açtıkları kanal rakip kanalları eleyerek yılın kanalı seçilmişti. Sırma da En İyi Girişimci Kadın ödülüne layık görülmüştü. Tüm bunlar yaşanırken bir de aşık olmuş evlenmişti. İki yaşındaki kızı ve şu an karnındaki üç aylık bebeği ile oturduğu yerden ayağa kalktı. Sahneye siyahlar içinde çıkıp ona uzatılan ödülü tecrübesizmişcesine eline aldı. Uzun uzun bakıp onu izleyen katılımcılara baktı. Buz yeşili gözleri ışıl ışıldı. Yavaşça mikrofona yaklaşıp derin bir nefes aldı konuşmak için.
“Hep ne bahtsız bir insanım diye yakınırdım. Öyle büyümüştüm çünkü. Utanarak, çekinerek, en önemlisi de yaşamıyormuş gibi yaşayarak büyüdüm. Ben dedesi tarafından eve hapsedilmiş, okumak istediği için evlendirilmeye çalışılmış bir kız çocuğuydum. Kader’sizlik ben annemin karnına düştüğüm gün yazılmıştı alnıma. Ama her zaman iyi ki dedim. İyi ki bunları yaşadım, iyi ki Çukurova’da doğdum büyüdüm ve iyi ki pes etmedim. İyi ki… Annemle babama hep üzülürdüm, benim gibi bir kız çocukları olduğu için şansları kapalıydı çünkü. Ama şimdi kendimle değil onlarla gurur duyuyorum. Herkese inat beni büyütüp, okutup bugünlere getirdikleri için. Bu ödülü de anneme, babama, ağabeylerime, kızım Lamia’ya, eşim Sercan’a ve daha cinsiyetini bile bilmediğim bebeğime armağan ediyorum.”
Güldü, ışıl ışıldı gözleri. Olması gerektiği gibi. Babası doğduğu gün söylediği şeyde haklı çıkmıştı. ‘ gelmişti’ Sırma.
Yazar : Mahi Nur Başol