Şüphesiz âl-i Resûlsun yâ Rifâî ced-be-ced/ Bende-i bî-çârenim geldim efendim yed-be-yed
Yâ mürîdî “lâ tehaf” dedin bize oldu sened / El meded pîrim efendim yâ Rifâî el meded
Rıfâî tarikatı İstanbul’a geç gelen tarikatlardan biri. Şeyh Muhammed b. Ukayl, 1591-2 yıllarında İstanbul’a gelmiş ve Üsküdar İnadiye Camii’nde Rifâî ayîn-i şerîfi icrasına başlamış.Daha sonra bu caminin karşısına yaptırılan tekke İstanbul’daki Rifâî tekkelerinin ilki ve âsitânesidir. İstanbul’daki bu âsitâne kısa zamanda Anadolu’daki ve Rumeli’deki Rifâî tekkelerinin merkezi olmuştur.
Yazımızda bu gönül yolculuğunun bir örneğini göstermeye gayret edeceğiz. Bilindiği gibi tasavvuf kültürü Osmanlı medeniyetinin “olmazsa olmaz” bir rengidir. Bursa’da temelleri atılan bu medeniyet bütün unsurlarıyla Balkanlar ’a geçmiş ve çeşitli kurumlarla mesajlarını topluma sunmuştur. Farklı etnik gruplarla gönül iletişimi kurma konusunda ise önde olan kurum, tekkeler ve zaviyelerdir . Balkanlar’ın her noktasında var olan bu müesseseler derinden derine söz konusu kültürün “gönül örgü”sünü işlemiş, insanları Allah aşkının sonsuzluğa açılan manzaralarıyla tanıştırmıştır.
İşte asırlardan beri tüten bu ocaklardan biri de Üsküp Rifâî Dergâhı’dır. Şimdi değişik tarikatlara mensup 18 tekkeyi barındıran bu şehirde bir mola verelim ve Sadeddin Sırrî Efendi’nin dergâhına mihman olalım.
Tekkenin giriş kapısında bizi şu beyit karşılıyor:
Dersen bu cihanda seni sokmaya efa’î
Gel işte budur der gâh-ı vâlâ-yı Rifâî
(Bu dünyada zehirli yılanların seni sokmasını istemiyorsan buyur gel yüce Rifâî dergâhına)
Sadeddin Sırrî Efendi her yönüyle donanımlı biriydi. Namı her yere yayılmış, tekkesi dolup taşmakta idi. Şimdi Balkanlar’ın bu yıldız şahsiyeti için Yahya Kemal Beyatlı’yı dinleyelim:
“Üsküp’te bir Rifâî şeyhi Sadeddin Efendi vardı. Taşranın bu kadar uzak bir şehrinde yetişebileceğine inanılmayacak kadar kibar, terbiyeli ince bir adamdı. Postnişîn olduğu gibi şehrin eşrafından da addedilen bu zat Redife Hanım ile evlendi. Rifâî tekkesi, Üsküp’ün eski, güzel, ziyaretgâh, çeşmeli ve şadırvanlı oldukça zengin bir der gâhıydı; Cuma günleri zikir ve devran olduğu saatlerde seyircilerle dolar, erkek mahfilleri gibi, kadınlara mahsus kafeslerinde iğne atılsa yere düşmez derecede kalabalık olurdu. Bir Cuma günü oraya gitmiştim. Bu üçüncü tesadüfün tesiri derin oldu. Mektepte vazifelerimi, evde ve sokakta eğlencelerimi unuttum. Ailem dalgınlığıma merak etti ve zannedersem derdimin farkına da vardı. Izdırabımı bir şiirle söylemek hevesine düştüm. Lakin bu defa, ikinci tesadüfte olduğu gibi adi bir türkü değil, kitaplarda gördüğüm manzumeler nevinden aruzla bir şiir söylemeye çalışıyordum. Aruzla, bozuk düzen bir kıta söylemeye muvaf fak olmuştum. Redife Hanım’ın zevci Şeyh Sadeddin Efendi güzide bir zattı, o zaman Üsküp’de yaşayan Bursalı Tahir Bey gibi, Bursalı Eşref Paşa gibi fazıllarla görüşürdü, tasavvuftan ve edebiyattan bahsederdi ve mutasavvıfane şiirler neşrederdi; kıtamı ona gösterdim. Beğenir gibi davrandım. Kırmızı mürekkeple birkaç noktada vezin hatalarını tahsis ederek bana verdi. Veznin hayliden hayliye farkına vardım.”
Yahya Kemal’in küçük kardeşi Reşat Beyatlı, ağabeyinin vefatından sonra yayımlanan bir yazısında, onun çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Sadeddin Efendi’nin tuttuğu yerden şöyle bahseder: “Halk arasında Gazi Baba diye anılan, hakikatte Yavuz Sultan Selim ve Kanunî zamanında Üsküp kadılığında bulunan Tezkiretü’ş-şuara müellifliği ma’ruf şair âşık Mehmed Çelebi’nin türbesi altında bir Rifâî tekkesi vardı ki Şeyhi, şair Sadeddin Efendi idi. Bu zat çok kamil, olgun bir şahsiyetti. Yahya Kemal, daha on üç on dört yaşlarında iken bu tekkeye muntazaman devam ederdi. Cuma günleri yapılan ayinlerde arakiyyeli serpuşiyle zâkirlik ederek ilâhiler okurdu. Demek ki bir aşk-ı naim gibi, merhumun ruhundaki şiir ve edebiyat duygularını bu Şeyh Sadeddin uyandırmıştır. Çünkü bu zattan günlerce Fârisî dersi almıştı.”
Ancak bu güzide belde ve bu şehrin insanları düzenlerinin bozulacaklarını nereden bilebilirdi ki. 1913 yılında Balkan Harbi sonrası Üsküp’ün Türk hâkimiyetinden çıkması üzerine Sa’deddîn Sırrî Efendi ailesi ile İstanbul’a göç etmiştir. Tekkesini bırakmanın hüznü içerisinde oğluna söylediği şu söz hatırlardan gitmemektedir:
“Ne üzülüyorsun evlat? O dergâhı biz gönüle koyduk. Gönüldeki dergâhı kimse yıkamaz.”
Böyle de olmuş gönül dergahı ardından gelen meşayıhı ile irşad faaliyetlerini İstanbul Cerrahpaşa’da sürdürmüşlerdir. Postta oturan son isim yine bir başka baskı sebebiyle göç eden Haznedar Mustafa Efendi’nin mahdumu Raik Haznedar(Raik Baba)’dır. Kendisini geçtiğimiz aylarda âlemi ukbaya gönderdik. Rabbim bu güzel insanları cemaliyle müşerreflendirsin.
Yazımızı güftesi ve bestesi Sa’deddîn Sırrî Efendi’ye ait olan bir ilahi ile bitiriyorum. Videonun ilk kısmı meşk kaydı ikinci kısmi ise az evvel bahsettiğimiz Raik Baba’nın kendi sesiyle icrasından oluşuyor. Bu ilahi Rahmetli Cerrahi Şeyhi El-Hac Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri tarafından ses kaydına alınarak kaybolmaktan kurtulmuştur. Raik Baba tüm içtenliği ile ilahiyi icra ederken arkadan Muzaffer Efendi kendini tutamayarak eşlik edecektir. Videodan da dinleyebilirsiniz. Gönle şifa olsun. Sa’deddîn Sırrî Efendi ve efradına rahmet olsun. El-Fatiha…
Yazar : Emir Sivri